Bir iş yapılması gerektiğinde hep büyük oğlan öne fırlıyordu. Ama babası onu geç saatte bir yere gönderdiğinde bu yol kilisenin önünden ya da mezarlıktan geçiyorsa “Olmaz baba, oraya gitmem; beni korkutuyor” diyordu. Veya akşamları ocak başında, insanın tüylerini diken diken eden öyküler anlatılınca da “Uff, beni korkuttu” diyordu.
Küçük oğlan bir köşede oturuyor, anlatılanları dinliyor, ama korkmanın ne anlama geldiğini çıkaramıyor ve “Hep ‘beni korkuttu! beni korkuttu!’ diyorlar. Beni korkutmuyor işte! Ya da ben sanattan anlamıyorum” diye söyleniyordu.
Derken bir gün babası ona, “Hey, sen! Köşede öyle oturup duracağına bir şeyler öğren ki, ileride ekmeğini kazanasın! Bak, ağabeyin nasıl çalışıyor! Sen hiçbir işe yaramazsın, sıfırsın” dedi.
“Şey, baba” dedi oğlan, “Ben, beni korkutacak bir şeyi öğrenmek isterim.”
Ağabeysi bunu duyunca güldü ve şöyle düşündü: “Yüce Tanrım, amma da budala bir kardeşim var! Bunun adam olacağı yok! Başa gelen çekilir!”
Babası içini çekerek şöyle cevap verdi: “Korkmayı öğrenirsin, ama ekmeğini bununla kazanamazsın!”
Aradan çok geçmeden kilisenin zangocu onları ziyarete geldi. Oğlanın babası hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey öğrenmiyor diye küçük oğlundan şikâyetçi oldu.
“Düşünsenize, neyle geçineceğini sorduğumda bana korkuyu öğrenmek istediğini söyledi.”
“İstediği buysa, bunu benim yanımdayken öğrenebilir” diye cevap verdi zangoç. “Siz onu benim yanıma verin, yeter! Yarın gelir, kendisini alırım.”
Baba memnun kaldı ve “Neyse, oğlan bir şeyler öğrenir herhalde” diye düşündü.
Ertesi gün zangoç oğlanı yanına aldı, görevi çanları çalmaktı.
Birkaç gün geçtikten sonra zangoç onu gece yarısı kaldırdı; kuleye çıkarak çanları çalmasını istedi. “Korkmak neymiş, görürsün sen” diye aklından geçirerek gizlice onun peşinden gitti. Oğlan yukarı çıktıktan sonra yarı dönüş yapıp çanın halatını yakalamak isterken aşağıda, ses boşluğunun karşısındaki merdivende beyaz bir siluet gördü.
“Kim var orda?” diye seslendi. Ama siluet cevap vermediği gibi kımıldamadı bile.
“Cevap ver, yoksa aşağı iner, gecenin bu saatinde seni dışarı atarım!”
Ama zangoç hiç kıpırdamadan öylece durdu; oğlanın, kendisinin bir hortlak olduğuna inanmasını istiyordu.
Oğlan bir daha seslendi: “Ne arıyorsun burda? Erkeksen konuş! Yoksa seni merdivenden atarım, ona göre!”
“O kadar uzun boylu değil” diye düşünen zangoç hiç ses çıkarmadı ve taşlaşmış gibi kalakaldı.
Oğlan üçüncü kez seslendi, cevap alamayınca aşağı inerek o silueti merdivenden aşağı yuvarladı. Siluet on basamak merdiveni yuvarlanarak kat ettikten sonra bir köşede yığılıp kaldı.
Derken oğlan çanları çaldı, sonra da hiç laf etmeden yatağına gidip yattı ve uyudu. Zangocun karısı uzun süre kocasını bekledi, ama adam bir türlü gelmedi. Bunun üzerine korkarak oğlanı uyandırdı. “Kocam nerde kaldı, biliyor musun?” diye sordu. “Kuleye senden önce gitmişti.”
“Hayır” diye cevap verdi oğlan. “Ama merdivenlerin öbür tarafındaki derin oyukta biri duruyordu. Hiç cevap vermeyince ve oradan da ayrılmayınca onu hırsız sanıp aşağı attım. Siz gidin bakın bakalım, o mu? Eğer oysa, üzgünüm.”
Kadın fırlayarak oraya gitti ve kocasını buldu. Bir köşede yatmış acı acı inleyip duruyordu, bir bacağını kırmıştı!
Karısı onu yukarı taşıdı, sonra da bağıra çağıra oğlanın babasına gitti. “Oğlunuz başımızı belaya soktu. Kocamı merdivenden aşağı yuvarladı, zavallı adamın bacağı kırıldı. Bu yaramaz oğlanı alın gidin” dedi.
Adam çok şaşırdı, hemen kiliseye vararak oğlanı haşladı. “Bu ne münasebetsizlik böyle? Yine şeytana mı uydun?”
“Baba, önce beni dinle” dedi oğlan. “Ben tamamen suçsuzum. O gecenin karanlığında orada öylece durmuştu; kim olduğunu bilmiyordum. Uç kez seslendim, ya konuşsun ya da gitsin diye!”
“Öff, seninle başım hep belada! Yıkıl karşımdan! Seni görmek istemiyorum artık” dedi babası.
“Peki, baba; gidiyorum! Korkunun ne olduğunu öğrendiğim günü bekle sen! Ben onu öğreneceğim ve ekmeğimi kazanacağım.”
“Ne istersen öğren” dedi babası. “Bana göre hava hoş! Al şu elli lirayı, sonra da git burdan! Kimseye nerden geldiğini ve kim olduğunu söyleme, çünkü senden utanıyorum!”
“Tamam, baba! Nasıl istersen öyle olsun. Hepsi buysa, mesele yok” dedi oğlan.
Ayrılış günü geldiğinde elli lirayı cebine koydu ve yollara düştü. Hep, “Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma! Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma!” diye söylenip duruyordu.
Derken bu mırıldanmayı duyan bir adam çıktı karşısına. Onu alarak bir darağacının olduğu yere götürdü ve şöyle dedi: “Bak, orada yedi kişiyi sallandırmışlar! Sen şimdi bunların dibinde bekle, yat. Gece olsun da bak, korku neymiş görürsün!”
“Hepsi buysa mesele yok” diye cevap verdi oğlan. “Hemen yapayım; eğer korkmayı öğrenirsem, şu elli lira senin olsun! Yarın sabah gel, bak.”
Ve darağacının yanına yaklaştı, oturup akşam olmasını bekledi. Üşüdüğü için ateş yaktı, ama gece yarısı öyle bir ayaz çıktı ki, ateşe rağmen ısınamadı. Rüzgâr cesetleri birbirine çarparken şöyle düşündü: “Sen burada, ateş başında üşüyorsun. Ya yukarda sallananlar ne yapsın?”
Onlara çok acıdığı için merdiveni darağacına dayayarak yukarı çıktı, yedi ölüyü de aşağıya aldı. Sonra ateşi karıştırdı, üfledi, canlandırdı; cesetleri de ısınsınlar diye etrafına dizdi. Ama onlar oturmuş vaziyette, hiç kımıldamadılar. Ateş hepsinin giysilerini tutuşturdu.
Bunun üzerine oğlan, “Dikkat edin, yoksa sizi yine asarım” diye seslendi.
Ama ölüler duymadı, sustu, giysileri yanarken hiç kıpırdamadı.
Bu kez oğlan kızdı. “Siz dikkat etmezseniz, ben de etmem. Sizlerle birlikte yanmaya hiç niyetim yok” diye söylenerek onları birer birer yine darağacına astı. Sonra ateş başına geçerek güzel bir uyku çekti.
Ertesi sabah adam çıkageldi, elli lirasını almak istedi. “Korkmanın ne demek olduğunu anlamışsındır herhalde?” dedi.
“Hayır” diye cevap verdi oğlan. “Nerden anlayayım ki? Şu gördüklerin hiç ağızlarını açmadı. Öyle aptallar ki, giysilerinin tutuşmasına bile aldırmadılar.”
Adam baktı ki, elli lira falan kazanacağı yok, “Böylesine de hiç rastlamadım” diye söylenerek aldı başını gitti.
Oğlan yoluna devam etti. Yine kendi kendine, “Ah, beni bir şey korkutsa! Beni bir şey korkutsa!” diye konuşuyordu. Bunu bir arabacı duyunca arkasından geldi ve “Kimsin sen?” diye sordu.
“Bilmiyorum” diye cevap verdi oğlan.
“Nereden geliyorsun?”
“Bilmiyorum.”
“Kim senin baban?”
“Söyleyemem!”
“Peki, ne diye öyle kendi kendine mırıldanıyorsun?”
“Beni bir şey korkutsun istiyorum; kimse de korkmayı öğretmiyor bana!”
“Bırak palavrayı da benimle gel” dedi arabacı. “Yatacak bir yer bulayım sana.”
Oğlan arabacıya katıldı. Akşama doğru, geceleyecekleri bir hana vardılar. Oğlan içeri girerken:
“Ah, beni korkutacak bir şey çıksa karşıma! Beni korkutacak bir şey çıksa karşıma!” diye söylendi.
Bunu işiten hancı güldü ve “O kadar meraklıysan tam yerine düştün o zaman” dedi.
Karısı, “Ses çıkarmayın” diye lafa karıştı. “Sizin gibi çok meraklıların hayatına mal oldu bu. Ertesi gün göremeyecek olan o güzel gözlerinize yazık olacak sonra.”
Ama oğlan, “Olsun, o zaman korku neymiş öğrenirim; zaten bunun için yollara düştüm” diye cevap verdi ve hancının yakasını bırakmadı. Bunun üzerine adam, korkunun ne demek olduğunu öğrenmek isteyenin, pek uzakta olmayan uğursuz bir saraya giderek orada üç gece yatmasının yeterli olacağını söyledi. Hatta kral bunu başarabilene kızını verecekmiş! O kız da dünyanın en güzel kızıymış! O sarayda kötü hortlakların koruduğu büyük bir hazine varmış. O hazine en fakir adamı bile çok zengin yaparmış! Şimdiye kadar çok kişi bunu denemiş, ama hiçbiri oradan canlı çıkmamış.
Ertesi sabah oğlan kralın huzuruna çıktı, “İzin verirseniz şu uğursuz sarayda üç gece kalmaya hazırım ben” dedi.
Kral baktı; oğlandan hoşlanmıştı. “O zaman yanma canlı olmayan üç şey alabilirsin” dedi.
Oğlan, “Yanıma bir ateş, bir torna tezgâhı, bir de bıçaklı bir kesme tahtası alayım” diye cevap verdi.
Kral onları gün ışığında saraya taşıttı. Gece bastırınca oğlan saraya daldı; odalardan birinde iyice bir ateş yaktı, yanı başına kesme tahtasını ve bıçağı yerleştirdi, kendisi de torna tezgâhının başına oturdu.
“Ah, beni korkutacak bir şey çıksa karşıma” diye söylendi: “Ama galiba burada bir şey öğrenemeyeceğim.”
Gece yarısına doğru ateşi biraz canlandırmak için üflerken bir köşeden, “Miyav! Miyav! Ne de soğuk yav” diye bir ses işitti.
“Aptallar” diye seslendi oğlan. “Ne bağırıyorsunuz öyle? Üşüyorsanız, gelin ocak başına, ısının!”
Bunu söyler söylemez iki tane koskoca kara kedi bir sıçrayışta oğlanın yanına gelerek yere oturdu ve ona ateşli ve vahşi gözlerle bakmaya başladılar. Biraz ısındıktan sonra, “Arkadaş, iskambil oynayalım mı?” diye sordular.
“Neden olmasın? Ama önce şu patilerinizi gösterin!”
Kediler pençelerini uzattılar.
“Ooo, amma da uzun tırnaklarınız varmış! Önce onları kesmem lazım” diyen oğlan her iki kediyi boyunlarından tutarak ayaklarını mengeneyle kıstırdı: “Tırnaklarınızı gördükten sonra iskambil oynamaya hevesim kalmadı” dedikten sonra onları öldürüp suya attı.
Onları böylece susturduktan sonra ateşin başına geçtiği anda her köşeden kara kediler ve kara köpekler saldırmaya başladı. Sayıları durmadan artıyordu, hepsi ciyak ciyak bağırarak ateşi dağıtıp söndürmek istedi. Oğlan bir süre onları sakin sakin izledi, sonra kafası attı ve eline aldığı bıçağı üzerlerine atılarak “Defolun gidin, it sürüsü” diye haykırdı.
Bir kısmı kaçtı, kaçamayanları öldürüp suya attı. Geri dönünce ateşi canlandırdı ve ısınmaya başladı. Öylece otururken göz kapakları ağırlaştı, uyumak istedi. Etrafına bakındı, bir köşede kocaman bir yatak gördü.
“Bu bana uygun işte” diyerek yatağa uzandı.
Gözlerini kapamak istediği anda yatak kendiliğinden harekete başlayarak bütün sarayı dolaştı.
“Hadi, öyle olsun bakalım” diye söylendi oğlan.
Yatak sanki altı atın koşulduğu bir araba gibi eşiklerden, merdivenlerden hop! hop! bir aşağı bir yukarı inip çıkmaya başladı.
Oğlan yastığı ve yorganı fırlatıp atarak, “Nasıl istersen öyle git” diyerek ateşin başına geçti ve gün doğana kadar uyudu.
Ertesi sabah kral gelip de onu yerde yatar görünce hortlaklar tarafından öldürüldü sanarak, “Yazık oldu yakışıklı delikanlıya” dedi.
“O kadar uzun boylu değil” diye cevap verdi oğlan.
Kral çok şaşırdı ve sevindi; ona nasıl olduğunu sordu.
“Gayet iyiyim” diye cevap verdi oğlan. “İlk gece geçti, öbür iki geceyi de atlatırım herhalde.”
Ve daha sonra hancının yanına vardığında adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. “Seni bir daha canlı göreceğimi hiç sanmıyordum; korkunun ne demek olduğunu öğrendin mi artık?” diye sordu.
“Hayır, hepsi boşuna! Keşke biri çıkıp da bunun nasıl bir şey olduğunu söylese!”
Yine de ikinci gece eski saraya gitti, yine ateş başına geçerek eski havasını tutturdu. “Keşke beni korkutacak bir şey gelse başıma” diye.
Gece yarısı olunca bir gürültü koptu. Önce yavaş başladı, sonra hızlandı, daha sonra da azaldı ve birden, bacadan bir çığlık atarak önüne yarı insan bir yaratık düştü.
“Hoppala! Bunun yarısı eksik” diye mırıldandı oğlan.
Derken gürültü yeniden başladı; tepinmeler ve yakınmalar arasında o yaratığın ikinci yarısı düştü önüne.
“Dur da, sana şu ateşi yakayım önce” diyen oğlan bunu yaptıktan sonra etrafına bakındı. O iki parça birleşmişti ve şimdi karşısındaki sırada korkunç bir adam oturmaktaydı.
“Böyle iddiaya girmedik” dedi, “O sıra benim!”
Adam onu iteleyerek sıradan düşürmek istedi, ama oğlan buna izin vermedi, aynı şekilde iteleyerek adamı sıradan düşürdü.
Bu kez pek çok adam çıkageldi; dokuz tane ölü bacağıyla iki ölü kafasını bir araya getirip top oynamaya başladılar.
Oğlanın da içinden top oynamak geldi: “Ben de size katılabilir miyim?” diye sordu.
“Evet, eğer paran varsa” dediler.
“Yeterince param var” dedi oğlan. “Oynadığınız toplar tam toparlak değil” diyerek ölü kafalarını tornadan geçirerek yusyuvarlak yaptı.
“Şimdi daha iyi oldu. Hadi bakalım” diyerek onlarla oyuna başladı; biraz para kaybetti, ama saat on ikiyi vurduğunda hepsi kaybolup gitti. O da yere uzanarak güzel bir uyku çekti.
Ertesi sabah kral ne var ne yok diye bakmaya geldi.
“Bu sefer nasıl oldu?” diye sordu.
“Top oynadım. Birkaç lira kaybettim” diye cevap verdi oğlan.
“Korkmadın mı?”
“Ne korkması? Eğlenip durdum hep. Korkmanın ne olduğunu bir bilsem!”
Üçüncü gece yine sırasına oturdu, canı çok sıkılmıştı. “Bir kere korksam bari” diye mırıldandı.
Vakit çok geç olunca kapı gibi altı adam çıkageldi; yanlarında bir tabut vardı.
Bunu görünce oğlan, “Bu bizim yeğen olmalı yahu! Birkaç gün önce ölmüştü” diye söylenirken parmağıyla bir işaret yaptı. “Gel, yeğen, gel” dedi.
Adamlar tabutu yere koydu; bizimki hemen onun yanına yaklaşarak kapağını açtı, içinde bir ölü yatıyordu. Yüzüne dokundu, buz gibi soğuktu.
“Dur seni biraz ısıtayım” diyerek ocağa gitti. Ellerini ısıttı, sonra ölünün yüzüne koydu, ama ölü soğuk kaldı. Bu sefer onu tabuttan çıkardı, ateşin başına getirdi, dizine yatırdıktan sonra kanı yine damarlarında dolaşsın diye kollarını ovuşturdu. Bunun da bir yararı olmayınca aklına bir şey geldi.
“İkimiz aynı yatakta yatarsak ısınırız” diye mırıldandı ve ölüyü yatağa getirerek üzerine yorganı çekti; kendisi de onun yanına uzandı.
Bir süre sonra ölü de ısındı ve kıpırdamaya başladı.
Bunun üzerine oğlan, “Gördün mü, yeğen. Seni nasıl ısıttım” dedi.
Ama ölü yerinde doğrularak, “Şimdi seni boğacağım” dedi.
“Nee? Böyle mi teşekkür edilir? Seni yine tabuta sokayım da gör” diyen oğlan onu taşıyarak tabuta koydu ve kapağını kapadı. Aynı anda altı adam geri gelerek tabutu alıp gitti.
“Bu beni kokutmadı ki! Anlaşılan ömrümce bir şeyler öğrenemeyeceğim” diye söylendi oğlan.
Derken içeri bir adam girdi. Bu öbürlerinden de iriydi, ama yaşlıydı, uzun ve beyaz bir sakalı vardı. “Seni bücür, korkmak neymiş görürsün sen! Şimdi öleceksin” dedi.
“O kadar acele etme” diye cevap verdi oğlan. “Öleceksem benim de söyleyecek bir çift lafım olmalı!”
Canavar adam, “Şimdi seni tutayım da gör” dedi.
“Ağır ol bakalım! O kadar kasılma! Ben de en az senin kadar, hatta senden daha kuvvetliyim!”
“Görelim bakalım” dedi yaşlı adam. “Eğer benden daha kuvvetliysen seni serbest bırakırım. Bir deneyelim, hadi!”
Ve onu karanlık ve dar bir yoldan bir demirci ocağına götürdü. Sonra eline bir balta alarak bir vuruşta örsü yere çaktı.
“Ben bundan daha iyisini yaparım” diye cevap verdi oğlan öbür örse yaklaştı; yaşlı adam da onun ne yapacağını görmek için yanına yanaştı; bembeyaz sakalı aşağıya sarkmaktaydı. Oğlan baltayı alarak bir vuruşta örsü ikiye yardı ve yaşlı adamın sakalını mengeneyle sıkıştırdı: “Şimdi seni ele geçirdim; ölme sırası sende” dedi.
Sonra eline geçirdiği bir demir çubukla adamı dövmeye başladı. Adam sızlandı ve bu dayağı keserse ona büyük bir servet bağışlayacağını söyledi.
Oğlan baltayı yere koydu ve adamı serbest bıraktı.
Yaşlı adam onu yine saraya götürdü ve içi altın dolu üç tane sandık gösterdi ve “Bunlardan biri fakirlerin, biri kralın ve biri de senin olacak” dedi. Bu sırada saat on ikiyi vurdu ve hortlak ortadan kaybolup gitti, oğlan karanlıkta kalakaldı.
“Ben buradan çıkarım” diye söylenerek geldiği yoldan odasına döndü ve ateş başında yatarak uyudu.
Ertesi sabah kral geldi ve “Ee, artık korkunun ne demek olduğunu öğrendin mi bari?” diye sordu.
“Hayır, neymiş o? Ölmüş olan yeğenim oradaydı, derken sakallı bir adam geldi, aşağıda bir sürü altın gösterdi, ama korkmanın ya da ürkmenin ne demek olduğunu bana anlatmadı” diye cevap verdi oğlan.
Kral, “Sen sarayı büyüden kurtardın, kızımla evlenebilirsin” dedi.
“Hepsi güzel de, korku nasıl bir şeymiş, hâlâ anlamış değilim” diye cevap verdi.
Altını mahzenden çıkardılar. Düğün yapıldı. Karısını o kadar seven ve o kadar mutlu olan oğlan hep, “Biri çıksa da, beni korkutsa! Biri çıksa da, beni korkutsa!” deyip duruyordu.
Sonunda karısının canına tak etti.
Oda hizmetçisi, “Ben size yardım edeyim isterseniz? Korkmanın ne olduğunu anlar o zaman” dedi.
Sonra da bahçeyi geçerek bir derenin başına geldi, bir kova dolusu kayabalığı alıp eve döndü.
O gece genç kral uyurken karısı usulca onun yorganını çekip aldı, içi buz gibi suyla ve balıkla dolu kovayı kocasının üstüne boca etti; ufak balıklar sağa sola sıçramaya başladı.
Oğlan uyanıverdi ve “Ah, karıcığım! Korkuttun beni yahu! Şimdi anladım korkmanın ne demek olduğunu” diye cevap verdi.